Hayatın anlamı deyince ilk akla gelen kişi, Logoterapi (Anlam Terapisi)’nin kurucusu Victor Frankl’dır. Victor Frankl'ın hayatı ve psikolojiye kazandırdığı terapi yöntemi, bu konuda bize ışık tutması ve farkındalığımızı artırması açısından önem taşır.
“Hayatın anlamı varsa, acının da anlamı vardır” diyen Victor Frankl, 2. Dünya Savaşı esnasında 4 milyondan fazla yahudinin yok edildiği Nazi toplama kamplarında 3 yıl boyunca hayat mücadelesi vermiştir. Orada kaldığı süre içinde eşini, annesini, babasını, kardeşlerini, kısacası tüm ailesini kaybetmiş, bir insanın yaşayabileceği acıların neredeyse tamamını yaşamış, yaşadığı bütün acılara rağmen hayata tutunmayı ve anlam arayışını korumayı başarmıştır.
Nietzsche’nin; “Yaşamak için bir neden’i olan kişi, hemen her nasıl’a dayanabilir” sözü Frankl’ın yaşadığı acılara katlanmasında dayanak noktası olmuştur. Yaşanan tüm acılara, açlığa ve zorluğa rağmen güçlü olmak zorunda olduğunu düşünen Frankl, güçlü olmayan, hastalanan veya çalışamayacak durumda olanların her gün gaz odasına gönderildiğine tanık olmuş, tüm gün soğukta çalışıp yiyecek olarak verilen bir kase çorba ile 3 yıl boyunca yaşamını sürdürmeye çalışmıştır. “O gün eğer şanslıysak çorbanın içinde birkaç parça patates bulabiliyorduk” sözleriyle hayatta kalmanın zorluğunu gözler önüne sermiştir.
Frankl, dünyada yaşanan hazların, insanı hayata bağlama açısından yeterli olmadığını düşünmüştür. “Bütün bir hayat, hepimizin hayatı, haz alma, olabildiğince haz alma çabasından ibaret olsaydı, ölüm gerçeği karşısında hayatımızın bir anlamı kalmazdı. Hayata anlam kazandırma açısından haz, bir hiçtir” sözleriyle hazların hayata anlam katamayacağını ifade etmiştir. Bu sözlerini desteklemek amacıyla Amerika'da intihar eden gençlerin %60'ından fazlasının her türlü sosyo ekonomik imkana sahip olduklarını, hayata ait hazların neredeyse tamamını yaşadıklarını ancak buna rağmen mutlu olamadıklarını ve intihar etmeyi seçtiklerini belirtmiştir. Ona göre; bu gençlerde olmayan bir şey vardır: Hayatın Anlamı.
Frank'a göre; acılar karşısında insanın mücadele etmeyi bırakmasına ve çöküş yaşamasına yol açan iki neden vardır. Birincisi kişinin geleceğe dair umudunu kaybetmesi, ikincisi direnç ve destek kaynaklarını koruyamaması. Bir kez çöküşe giren kişinin bu dehlizden kurtulması da oldukça zordur. Böyle bir durumda kişi; ya yaşadığı çöküşe bağlı olarak hayatına adeta bitkisel bir düzeyde devam edecek veya hayatına son vermeyi seçecektir.
Çöküşten kurtulmak için kişinin öncelikle direncinin ve desteğinin artması gerektiğini belirten Frank'a göre; direnç ve destek kazanmak iki şekilde vardır: Ya gelecek yaşantıda veya ebedi hayatta. Ebedi hayata inanan kişiler için dayanak; hayatta yaşanacak kurtuluşa bel bağlamadan, yarınların umut vaat edip etmediğine bakmadan sadece ebedi bir mutluluk için, yaşanan acılar karşısında dik durabilmek ve onurunu koruyabilmektir. Gelecek hayatın getireceği kurtuluşa inananlar için ise dayanak; umut edilen geleceğin gerçekleşeceğini düşünmek ve yaşanan acıdan kurtulma beklentisidir. Ancak bu grubu bekleyen büyük bir zorluk söz konusudur. Dayanağı gelecekteki bir beklentide aramak, yaşanıp yaşanmayacağı belirsiz bir geleceğe bağlanmak, aynı zamanda bu beklentinin ne zaman gerçekleşeceği konusunda belirsizlik yaşamak anlamına gelir. Ayrıca gelecekle ilgili beklentiye girip hayal kırıklığı yaşamak, kişinin ümitsizlik girdabına düşmesine ve hem bedenen hem ruhen çöküntü yaşamasına yol açar.
Frankl insanları, “onurlu olanlar” ve “onurlu olmayanlar” olarak iki gruba ayırır. Ona göre; gaz odalarını icat edenler de insandır, o odalara dua ve gururla yürüyenler de… Ekmeğini esirlerle paylaşan gardiyanlar da insandır; aşağılama veya şiddet ile yaklaşanlar da… Haysiyetli insan hiçbir koşulda onurundan vazgeçmeyecektir.
Doktor olan Victor Frankl'ın bir kaza sonucunda ayakları kesilmek zorunda kalan hastalarından biri, ayakları kesildikten sonra, insanların hayatı anlamlandırmalarına destek olacak yazılar yazmaya, konferanslar vermeye başlar. Genç yaşta ayaklarını kaybeden bu kişi, daha önce hayatının anlamının olmadığını, varoluşsal bir boşluk yaşadığını, bu nedenle ölmeyi istediğini, ancak bu kaza sonucu yaptıkları faaliyetlerin hayatına anlam kattığını, insanlara faydalı olabilecek bir çalışmaya vesile olmanın çok değerli olduğunu ifade eder.
Frankl’a göre yaşamdan ne beklediğimizin bir önemi yoktur; asıl önemli olan, yaşamın bizden ne beklediğidir.
Yıllar önce yayınlanan bir gazete haberinde; Fransa'da müebbet hapse mahkum edilen siyahi bir insan, cezasını çekmek üzere gemiyle bir adaya götürülürken yolda yangın çıkar. Mahkumun zincirleri çıkarılır ve yangın söndürme çalışmalarına katılması istenir. Bu çalışmada mahkum, 10 kişinin hayatını kurtarır ve bu çabasından dolayı cezası affedilir. Şimdi bu mahkuma, müebbet hapis cezasını çekmek için gemiye bindirildiğinde hayatın anlamının olup olmadığı sorulmuş olsaydı, büyük olasılıkla hayatın anlamsız olduğunu, yaşamın bir değer taşımadığını ifade ederdi. İşte bu hikaye, gelecekte bizi neyin beklediğini bilemeyeceğimizi, her şeyin bir anda değişebileceğini ve bu yüzden umudumuzu daima korumaya çalışmamız gerektiğini anlatan yaşanmış bir hikayedir.
“Tünelin sonunda her zaman bir ışık gören, hayata ümitle ve anlam duygusuyla bağlanan insanlar buralarda hayatta kaldı” diyen Frankl'ın yaşadıkları, her zorluğa rağmen ümidi korumanın mümkün olabileceğini göstermesi, acılar yaşayan ve umutsuzluğa düşen kişiler için bir rehber niteliğindedir.
Şu anda hayatında acı yaşayan, karşısına çıkan zorluklarla başa çıkmada zorlanan kişilere şunu söylemek istiyorum. Hiçbir acı, hiçbir üzüntü, hiçbir zorluk kalıcı değildir. Yaşanan duygu ne olursa olsun, zamanla yoğunluğunda azalma olur. Bu yüzden ümidimizi canlı tutmaya ve çaba göstermeye devam edelim. Çünkü bizi hayata bağlayacak olan, taşıdığımız umut ve harcadığımız emek olacaktır.
Yazımı Mevlana’ya ait şu sözlerle noktalamak istiyorum.
“Her şey gelip geçici ey gönül. Bak az önce aldığın nefes bile geldi geçti. Sen Baki olana razı ol!”
Trdoktor; blog sayfasıdır. Trdoktor blog sayfası üzerinde doktorların yazdığı makale ve videoları görünütleyebilirsiniz.