Beni kızdırdı!
Sen beni üzmek zorunda mısın?
Bugün beni çok mutlu ettin!
Yukarıdaki cümlelere benzer cümleleri hayatımız boyunca defalarca söylemiş veya başkalarından duymuşuzdur. Bu cümlelerin en önemli ortak yanı, kişinin yaşadığı duygu durumundan karşısındaki kişileri sorumlu tutması. Şimdi gelin birlikte bu cümleler ve cümlelerin dayandığı düşünce yapısını biraz ele alalım.
16 yıllık meslek yaşantım boyunca yaptığım danışmalarda kişilerin en büyük çıkmazlarından birinin, duygularının ve davranışlarının sorumluluğunu dış çevreye yüklemeleri olduğunu gördüm. Üzüntünden sevince, kızgınlıktan rahatlığa kadar yaşanan pek çok duygunun sorumluluğu çoğunlukla dışarıda aranmış ve bu arayış kişiyi çaresizliğe itmiştir. Çaresizliğin nedeni ise duygu yönetimini başkasının yetkisine bırakmış olması.
Bu durumu bir örnekle izah edeyim. Kişi hissettiği duygunun dayanak noktasını kendi dışındaki birine yüklerse, duygu yönetimini o kişiye devretmiş olmaz mı? Örneğin arkadaşının onu üzdüğünü söyleyen bir kişinin, üzüntü duygusundan arınıp mutlu olabilmesi için neye ihtiyacı vardır? Arkadaşının onu mutlu etmesine!
Mutluluğu başkasının davranışına endekslemek, aynı zamanda bir çaresizliğin göstergesi değil midir? Çünkü mutlu olmak için başkasının davranışlarını değiştirmesini ve isteklerine uygun davranmasını beklemek gerekmektedir. Peki ya beklenen o değişim gerçekleşmezse?
Bir de olayı tersinden düşünelim. Bizim duygularımızı belirleyen kişinin başkaları olduğunu düşünüyorsak, aynı şekilde kendi davranışlarımızın da başkalarının duygularını belirlediğini kabul etmemiz gerekir. Öyle ya! Eğer başkaları davranışları ile bizim duygularımızı belirliyorsa, yani başkalarını yaptıkları bizi üzüyor, mutlu ediyor, öfkelendiriyorsa; bizim de davranışlarımız aynı şekilde başkalarını mutlu ediyor, üzüyor veya öfkelendiriyor olmalı. Tüm bu anlatılanları doğru kabul edecek olursak; şöyle bir sonuçla karşı karşıya kalmış oluyoruz. Başkaları bizim davranışlarımızı belirlerken ve yönetirken, biz de aynı şekilde başkalarının duygularını belirleme ve yönetme gücünü kendimizde görmüş oluyoruz.
Duygularımızın ve davranışlarımızın nedenini kendi dışımızdaki olaylarda ve kişilerde aramayı ve onları sorumlu tutarak yaşamayı öğrendiğimiz için duygularımızın, davranışlarımızın sorumluluğunu üstlenmekte zorlanıyoruz.
Oysa bu düşünce tarzı gerçekçi bir düşünce tarzı değildir.
Şöyle söylediğinizi duyar gibiyim. Peki olayların veya kişilerin yaşadığımız duygular üzerinde hiç mi sorumluluğu yok? Elbette ki onların düşüncelerimizin başlamasına vesile olmak gibi bir etkisi var ama sadece bu kadar.
Duygularımızı belirleyen şey ne olayın kendisidir ne de bizim dışımızdaki kişilerin davranışlarıdır. Duygularımızı belirleyen ana etken, düşüncelerimiz ve olayları yorumlama şeklimizdir. Örneğin hava güneşli olduğu için temizlik yapmayı düşünen bir ev hanımı yağmur yağdığı için bu durum karşısında üzüntü hissedebilir. Uzun zamandır yağmur bekleyen bir çiftçi ise yağmur yağması karşısında büyük sevinç yaşayabilir. Yağmur yağma olayı ev hanımı için üzüntü duygusuna vesile edilirken, çiftçi için sevinç duygusuna vesile edilmektedir. Yani yağmurun kendisi üzüntü veya sevinç nedeni değildir. Yağmurla ilgili kişilerin zihinlerinde kurdukları düşünceler duygularının ortaya çıkmasını belirleyen ana etkendir.
Daha uç bir örnek vermek gerekirse, sokak ortasında eşine fiziksel şiddet uygulayan bir erkek olduğunu düşünelim. Bu olaya şahit olan 4 farklı kişi olduğunu varsayalım. Birinci kişi, erkeğe şiddet uygulayan kişiye engel olmaya çalışıyor. İkinci kişi, oradan hızlı bir şekilde uzaklaşıyor. Üçüncü kişi polisi arayarak durumu bildiriyor. Dördüncü kişi ise olup biteni sadece seyrediyor.
Yukarıdaki olaya tanıklık eden kişilerin davranışlarındaki farklılığı gördük. Gelin şimdi de bu 4 kişinin duygularını inceleyelim. Şiddet uygulayan kişiye engel olmaya çalışan birinci kişinin hissedeceği duygu muhtemelen öfke ve kızgınlıktır. Oradan hızla uzaklaşan ikinci kişinin duygusu korku, polisi arayan üçüncü kişinin duygusu sorumluluk, olayı sadece izleyen kişinin duygusu ise umursamazlık ve meraktır.
Örneklerde anlatıldığı üzere olaylar kişilerin duygularını ve davranışlarını belirleyen ana etkenler değillerdir. Öyle olsaydı aynı olay karşısında herkesin aynı duyguları hissetmesi ve aynı davranışları yapması gerekirdi. Örneklerde gördüğümüz gibi iki olay karşısında da kişilerin duyguları ve tepkileri farklı olmuştur. Peki nasıl oluyor da aynı olaya tanıklık eden kişilerin davranışları ve duyguları bu kadar farklı olabiliyor? Çünkü kişilerin olaya ilişkin zihinlerindeki yorumlamaları ve düşünce tarzları birbirinden farklı. Yukarıdaki şiddet olayına tanıklık eden kişilerin düşünce şekillerini incelediğimizde birinci kişinin; şiddetin olumsuz bir durum olduğu ve engel olunması gerektiği düşüncesine, ikinci kişinin; şiddet ortamının tehlikeli olduğu ve uzaklaşmak gerektiği düşüncesine, üçüncü kişinin; şiddet olaylarını ilgili mercilere bildirmek gerektiği düşüncesine, dördüncü kişinin de etliye sütlüye karışmamak ve kim ne yapıyorsa yapsın müdahale etmemek gerektiği düşüncesine sahip olduklarını söyleyebiliriz.
Özet olarak, yaşanan olaylar bizim düşünce ve yorumlamalarımızın başlamasına sebep olan vesilelerdir. Duygu ve davranışlarımızın sorumlusu veya nedeni değildir.
Yazımı Montaigne’e ait şu sözlerle noktalamak istiyorum. “ İnsanı mutsuz eden olaylar değil, olaylar hakkındaki düşüncelerdir.”
Trdoktor; blog sayfasıdır. Trdoktor blog sayfası üzerinde doktorların yazdığı makale ve videoları görünütleyebilirsiniz.